GENEK HİKAYE 1

SARIOĞLU ABDULLAH ÇAVUŞ


 

      Yüz yıllardır bir arada yaşayan milletimizin, dini bir, tarihi bir, acı ve sevinçli günleri de birdir. Geçmişte yaşadığımız acıların vahametini bilmiyoruz. Sarıkamış harekâtına katılmak üzere giden, gemiler dolusu lojistik malzemenin ve 3000 Mehmetçiğin Ruslar tarafından Karadeniz’in soğuk sularına gömüldüğünü bir araştırmacı yeni ortaya çıkardı. Kaderci bir toplumuz başımıza gelenleri kader deyip üzerinde fazla durmayız. Sebeplerini ve sonuçlarını değerlendirip gereken tedbirleri almayız. Kısacası dünü unuttuk. Dünü bilmediğimiz için bu günü de değerlendiremiyoruz. Yarınımızla ilgili ne yapmamız gerektiği hakkında hiçbir fikrimiz yok. Bu yüzden de tele vole kültürü ile yuvarlanıp gidiyoruz. Geçmişini bilmeyenler geleceğini nasıl tayin edebilir. Dalından kopan yaprağın akıbetini rüzgâr tayin eder. Yönü belli olmayan yelkenliye rüzgâr yardım edebilir mi?  Oysa atalarımız insanca yaşayabilmemiz için çok büyük bedel ödemiştir. Öyle ki Memleketin her evinden bir veya birkaç şehit vermiş. gazi vermiş. Fakirlikle, salgın hastalıklarla mücadele etmiş her şeye rağmen namusunu, onurunu korumuştur. Bu gün üç beş bin kişilik bir çapulcu sürüsüyle baş edebilmek için ne kadar sıkıntı çektiğimiz ortadadır. Neredeyse yardım istemek için kapısını çalmadığımız ülke kalmadı. Hâlbuki yakın tarihimize bir baksak bu millet üzerine çullanan zamanın en güçlü devletlerini alt etmeyi nasıl başarmış biraz merak edip incelesek sanırım cevabını buluruz. Atalarımız gereken her şeyi yapmış bize de sadece kim olduğumuzu bilerek çok çalışmak kalıyor. Bakmasını bilirsek evimizde, komşumuzda, sokağımızda, kaybolan kimliğimizi kolayca bulabiliriz. Bize kim olduğumuzu öğretecek hayat hikâyelerini günümüze taşımamızın gerektiğine inanıyorum. Bu anlamda size aktaracağım Sarıoğlu ailesinin yaşadığı acı olaylar ve 4 kardeşten biri olan Abdullah çavuşun hikâyesidir.

YER: Çankırı, Eldivan, Akçalı (GENEK) Köyü
TARİH.1909–1922
Sarı oğlu ailesi Hane no, 27
Baba: Mehmet Sarıoğlanoğlu 1851 doğumlu
Anne: Rabia 1863 doğumlu
Çocukları: Mustafa 1301 - 1885 Osman 1306- 1890 Abdullah 1308- 1892 Ahmet 1313- 1897 doğumlu
   
    Balkan harbinde Osmanlı devleti seferberlik ilan etmiş ve asker toplamaya başlamıştır. Genek köyünden 18-25 yaş arası 32 genç bir gün içinde tespit edilerek askere alınır. 24 Temmuz 1909 tarihinde topluca İstanbul’a sevk edilir. Mustafa’da bu gurubun içindedir. Balkanlarda başlayan savaş 9 Eylül 1922’de Yunan’ın denize dökülmesine kadar devam eder. Kardeşlerden Osman 1912 yılında askere alınır. İstanbul’da Yıldız sarayında muhafızdır. Daha sonra kardeşi Abdullah 1914 yılında asker olur oda İstanbul’a sevk edilir. Abisi Osman’la Kadıköy rıhtımında ilk ve son defa görüşürler. Abdullah yandan çarklı bir gemiye bindirilir geminin gideceği yer Yemen’dir. Küçük kardeş Ahmet 1917’de asker olur. Asker olan dört kardeş birbirinden habersiz yıllarca cepheden cepheye koşar. Vatan müdafaasın da canla başla mücadele ederler. Büyük kardeş Mustafa Çavuş 1916’da köyüne döner. Ancak bir bacağını Kafkas cephesinde bırakmıştır. Osman’da savaşın şiddetlenmesiyle Gelibolu’ya gönderilir. Çanakkale savaşının en şiddetli cephesi olan conk bayırında şehit düşer. Küçük kardeş Ahmet Gazze’de Kudüs’ün savunmasında Aralık 1917’de şehit olmuştur.

    Abdullah fiziğiyle, zekâsıyla ve davudi sesiyle çok başarılı bir askerdir Bölük çavuşu olmuş komutanlarının ve askerin takdirini kazanmıştır. Osmanlı devleti yedi cephede savaş verirken İngilizler Yemen yollarını ele geçirirler. Yıllarca yardım alamadan Yemen’de Osmanlının itibarını korumaya çalışmaktadırlar. Yerli halk İngiliz casusların faaliyetleri sonucu ayaklamış. Aden’deki askerler yüksek tepede bulunan Şahera kalesine çekilmek zorunda kalmışlar. Tam anlamıyla kapana kısılmışlardır. Yiyecek bir şey kalmaz öyle ki askerlerden bazıları postallarını pişirip yemeye çalışır. Beklenen yardım hiçbir zaman gelmeyecektir. O günlerde kalede bulunan askerin yarıdan çoğu açlıktan ölür. Bazıları çıldırarak kalenin burçlarından aşağı atlayıp parça parça olurlar. Mondros mütarekesinin imzalanmasından sonra İngilizlere silahlarını teslim etmek mecburiyetinde kalırlar ve İngiliz gemileriyle İstanbul’a gelmek üzere yola çıkarlar. Esir askerleri teslim etmekten son anda vazgeçen İngilizler mısırda büyük bir esir kampı kurup askerlere insanlık dışı işkenceler yaparlar. Ölmüş at etlerini yedirirler. Hicaz demiryolunun raylarını çölde kırbaç zoruyla taşıtırlar. Askerlerin yüzde doksanı ölür. Sağ kalanlar bir buçuk yıl sonra bir gemiyle İstanbul’a getirilirler. Abdullah çavuşun bölüğünden sadece 3 kişi kalmıştır. Askerliği devam eden Abdullah çavuş daha sonra Kuvayi Milliye’ye katılır. Sakarya’da İnönü’de Yunanla süngü süngüye çarpışmıştır. Daha sonra vatanın düşmandan tamamen temizlenmesi için Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle başlayan Büyük Taarruz’da cephe gerisinde kuvvetlerin kaydırılmasında Abdullah çavuş bölüğüyle beraber bağlı olduğu birliğinden kopmuş başka birliklere dâhil olmuş ve düşmanı İzmir’e kadar takip etmiştir. Çok sayıda arkadaşı kollarında şehit olmuştur. Milli Mücadele zaferle tamamlanınca artık Abdullah çavuş da terhis edilir. Annesi- babası ve köylüleri çoktan ümidi kesmiş Abdullah’ın gelmeyeceğini düşünürken sağ salim köyüne döner. 1922 yılının sonlarıdır. Abdullah çavuş evine gelir. Annesi ekmek yaparken içeri giren yabancı karşısında toparlanır, sen kimsin evladım ne istiyorsun diye sorunca ana ben oğlun tanımadın mı beni diyerek boynuna sarılır. 8 yıl Abdullah’tan çok şey almıştır. Artık eski Abdullah yoktur. Askere giderken 22 olan yaşı 30 olmuştur. Evlenip çoluk çocuğa karışır geçim derdinde yıllar akıp gider. Devlet Kurtuluş savaşına katılan gazilerini İstiklal Madalyası ile taltif eder. Ancak Abdullah çavuşu arayıp soran olmaz Kendisine neden madalya verilmediğini sormak için ilgili makamlara gider ve hiç beklemediği bir cevapla karşılaşır. Asker kaçağı olduğunu, cepheden kaçtığını söylerler. Kayıtlarda hayatı memat-ı meçhul ibaresi yazılıdır. Abdullah çavuş hiddetle karşısındakinin boğazına sarılır. Sen ne dersin be adam bunu bana ne cüretle söylersin ben sekiz yıl harp ettim. Süngülediğim düşman senin yedi sülalenden fazla keşke iki kardeşimi alan düşman benim canımı da alaydı da bu sözü duymasaydım der. Savaşın hengâmesinde kaybolup gitmiştir onuru ve itibarı. Derdini anlayacak kimse bulunmaz. Çaresiz köye döner kendisi gibi sağ olarak köye dönebilen 5–6 gazi göğüslerine astıkları madalyalarını büyük bir gururla taşırlar. Abdullah çavuş madalya alamadığına değil onu anlamayanlara çok üzülür. Artık kimse ona Abdullah çavuş senin madalyan nerde diye soramaz, soranlar cevabını tokat veya baston darbesi olarak alırlar. Her şeye rağmen Devlete, Millete küsmez. O kendi vicdanında üzerine düşeni fazlasıyla yaptığından emin olduğu için huzurludur.

    Ben çocukken evimiz Abdullah Çavuşun evine komşuydu. Abdullah çavuş irice cüsseli geniş omuzlu her zaman ciddi asık suratlı bir ihtiyardı. Yanına yaklaşmaya korkardık. Hacı takkesinin üstüne sarı poşusunu dolar, ucunu arkadan meşin yeleğinin üstüne inecek kadar uzatırdı. Duvarın dibine oturur, gümüş tabakasından sigarasını çıkarır, kehribar ağızlığına takar, derin derin çekerdi. Fazla kalabalıktan ve boş konuşmalardan hoşlanmaz, yalnız oturur, elinde üç otuzluk tesbihiyle saatlerce gözleri boşluğa dalar giderdi. Mahallenin çocukları toplanır dibek taşında neşeyle oyunlar oynardık. Gürültümüzden rahatsız olmalı ki gür sesiyle bizi azarlardı. Kaçarak başka yere giderdik. İlkokul’da iken bayram kutlamalarında öğretmenler onu her yıl hatıralarını anlatması için okula getirir, kendisine büyük saygı gösterirlerdi. Abdullah çavuş yorgun bedenini öğretmen kürsüsüne zor atar, biraz soluklandıktan sonra Bu vatanın nasıl kurtarıldığını anlatırdı. Sanki o günleri yeniden yaşardı. Konuşurken heyecanlanır, bastonunu kürsüye vurur. Kamburlaşan beli doğrulur. Yorgun dizlerine can gelirdi. Gözyaşları sakalını ıslatırdı. Çocuk aklımla neden ağladığını anlamazdım. Hatta savaşta ölmeden kurtulduğu için sevinmesi gerektiğini düşünürdüm. 1960’lı yıllarda köyde bir düğün olur çevre köylerden de çok sayıda misafir gelir. Düğünde at yarışı yapılır, cirit oyunu oynarlar. Çok kalabalık ve hareketli bu ortamda misafir gençler arasında kavga çıkar. Ortalık savaş alanına dönmüştür. Arbede sırasında Abdullah çavuş ortaya fırlar. Bastonunu sağa sola sallayarak bağırmaya başlar.  Haydi, aslanlarım, haydi yiğitlerim vurun Allah aşkına, Muhammed aşkına vurun, bayrağa iyi sahip olun yere düşürmeyin. Cephe yarılmak üzere vurun vurun. Kolundan tutup kenara çekerler kalabalığın birazı kızar, birazı güler çünkü onu anlayan yoktur. Çünkü onu kimse anlamamıştır. Başta devletin kurumları olmak üzere hiç anlayanı olmamıştır. Devletimiz sekiz yıl cepheler de, açlıkla, susuzlukla, hastalıkla, bitlerle, soğukla, sıcakla ve düşmanla savaşan Abdullah çavuşa iadeyi itibarını borçludur. Ey onurlu kahraman Ey Abdullah çavuş, sen den özür dilerim seni anlamayanlar için. Özür dilerim çocukken gürültü ederek seni rahatsız ettiğim için ve teşekkür ederim akan gözyaşlarının ne anlama geldiğini öğrettiğin için. Teşekkür ederim vatanın nasıl sevileceğini gösterdiğin için. Teşekkür ederim bu vatanı bize bıraktığınız için Hakkını helal et bize , Devlete her şeyini verip hiçbir şey almadığın için.

 


                                                                          Hulusi TAŞ

 


Copyright © t@s yapım 2008-2012
 
 
www.dostyurdu.com

 
Esma-ul Husna
 
Bugün 4 ziyaretçi (5 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol